Ana / Röportaj / “Şimdi. Kendi ülkemizden başlayarak…”

“Şimdi. Kendi ülkemizden başlayarak…”

Mızraksız İlmihal’in yazarı Mehmet Efe ile…

Yeni Yeryüzü, Haziran-Temmuz 1993

Söyleşi: Ahmet Mayalı

“Şimdi. Kendi ülkemizden başlayarak yeniden yürütmeliyiz tarihi. Tüm ümmetin haritasına, yeryüzüne…”

Mehmet Efe, 1969 Malatya doğumlu. Halen İletişim Fakültesi’nde kayıtlı. Bir çok dergide öykü, şiir ve yazıları yayınlandı. ‘92 Mayıs’ından bu yana çıkmakta olan Yerliler dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapıyor. Tiyatro çalışmalarını da sürdüren Efe’nin ilk kitabı Mızraksız İlmihal, Mayıs ‘93’te yayınlandı.

Mehmet Efe’yle Mızraksız İlmihal hakkında söyleştik.

 

– Yerliler dergisindeki başyazından ötürü yargılandın. Son durum nedir? Bir de senin ağzından dinleyelim.

Mehmet Efe, 2. Ağır Ceza'da yargılanırken.
Mehmet Efe, 2. Ağır Ceza’da yargılanırken.

– İnsanların evlerinde katledilip, üzerindeki kimliklerinin de sahte kimlik olarak açıklandığı; donatılmış masaların arkasına dizdirilip, “İslami Hareket Terör Örgütü” diye damgalanan ondokuz sanığın ilk duruşmada onbirinin tahliye edileceği kadar aleyhlerine delil uydurulamadığı halde hala herşeyin olduğu gibi hukukun da “varmış gibi” yapıldığı bir zaman ve zeminde bizim devlete hakaret kastı gibi bir suçlamayla yargılanmamızı mesele etmemiz basitlik olarak sayılabilir ve buna saygı duyarım. Ama basit ya da kompleks; sistemin haklara tecavüz ettiği her olay, “mesele” yapılmalıdır. Hele egemen basın, polisin damgalarını manşetten girip, tahliyeleri yok sayıyorsa!

Evet, “Yerliler” dergisinin üçüncü sayısında yer alan, “Biraz Ülkene Takıl-Gerçekten Buradayız” başlıklı başyazımdan ötürü soruşturmaya uğradım. Savcılık, ifademi alırken Adalet Bakanlığından gelen bir fezlekeyle soruşturma açıldığını söylemişti. 25 Mayıs 1993 günü, İstanbul İkinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “Cumhuriyet”in (devletin) ve Adliye’nin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif etmek olarak ileri sürülen iddia ve 5 yıl ağır hapis cezası talebiyle” yargılandım. Yazıda; suç konusu bölümlerde gerekçeleri açıklanarak devletten korkak, kör, sağduyusuz, yetersiz, bölücü, zorba, hesapçı, yalancı, ırkçı ve hükümetsiz olarak söz edelim demiştim. Hükümetlerden; gözü dönmüş, yasaları, mevcut güç dengelerini muhafaza eden ve meşrulaştıran, adaleti çiğneyip duran, yetkilerinin kaderini ülke kaderinin üstünde tutanlar olarak söz edelim demiştim. Avukatsız olarak girdiğim duruşmada suçlamalar; ifadeleri kabul ettiğim, devlet ve hükümet hakkında böyle düşündüğüm, kullandığım ifadelerin gerekçelendirildiği, amiyane olmadığı ve bu yüzden yazının bir eleştiri ve fikir yazısı olduğu, hakaret kastı olmadığı cevabını verdim. Sonuçta, hakaret kastı olduğu kanaatiyle 1 yıl ağır hapis kararı verildi. Derginin 3. sayısının da müsadere edilmesine karar verdiler.

Özetle; devletin her zaman bir taraf olarak var olacağı, “şeffaflık, düşünce özgürlüğü” gibi kavramların; tıpkı “BM” ya da “insan hakları” gibi birer düzenbazlık ambalajı olduğu gerçeğini bir kez de biz yaşadık. Ama tekrarlayayım: Evet, gerçekten buradayız ve vazgeçmeyeceğiz.

– Mızraksız İlmihal, ilk kitabın. Senin ifadenle kitap bir hayli “sürünmüş”. Biraz Mızraksız İlmihal’in macerasından bahseder misin?

– Dışarık, –yani basılmış haliyle ilgili– olarak evet, bir hayli süründü. Zaten ilk kitaplar her zaman yayınlanmak için mücadele etmek zorunda kalmıştır.

‘91 Mayıs’ında tek kişilik bir oyun olarak tasarlamıştım ama burada uzun uzun anlatmayı gerektirmeyen çeşitli nedenlerle oynanamadı. Ardından, bir kitap haline getirmek fikri doğdu. Görüşüne değer verdiğim bir kaç arkadaşa okuttum. Kimi fazla ileri gitmiş olduğumu, kimi geç bile kalındığını, kimi kendi kuşağımın beni “oyacağı”nı, kimi gençliğin pratik gerçekliğimizi öğrenmesi gerektiğini söyledi vs. Sonuçta yayınlamaya karar verdim. Haziran ‘91’de kitap olarak bitirdim. O sırada yayın hayatına yeni başlayacak olan Önsöz Yayıncılık, kitabı basmak istedi. Kabul ettim. Kitap özverili bir çalışmayla baskı aşamasına geldi ve basıldı. Kapak filmleri hazırlandı, formalar harmanlandı ve aniden işlemler durdu. Hiç bir makul açıklama yapılmadan, iki yıl boyunca bir matbaanın deposunda gün ışığına çıkmayı bekledi. Ben buna biraz içeriği gibi bir kader dedim. Yani, kendi zamanını soluyamamanın, geç kalmanın getirdiği çürüme. Tıpkı bizi kemiren, örneğin gıybet gibi… Rutubet, formaları şişirmişti. Epey fire verdi. Nemle boğuşa boğuşa mücellitini ve dağıtımını bekleyen kitap, nihayet geçtiğimiz Mayıs ayında tabir caizse mehdi’sini buldu. Genç bir yayıncı olan Vural Yayın-Dağıtım sahibi Aziz Vural, kitabı talep etti. Ben de yeniden gözden geçirmek arzusundaydım doğrusu ama eski baskının israf olmaması için Aziz Vural ilk formaları değiştirip yeni kapak hazırlatarak kitabı bir haftada gün ışığına çıkardı.

Çıkar çıkmaz da bazı tepkilerle “süründü”. Kapağının büyütülmüş halinden oluşan ve fakültelere asılan afişleri bazı kardeşlerimizce indirilip parçalandı. Bazı kitapçılar, tezgâh altı yaptılar. Beyaz Saray Çarşısı’ndan bir yayınevi, kitabı şubesinde satmak üzere önce alıp, sonra derhal geri gönderdi ve “gayrı İslami” bulduğu açıklamasını yaptı. Kitabı okumadan, sadece kapağına bakarak. Tabii tüm bunlar, bence sağlıksız bir sürecin doğal sonuçları. Zaten Mızraksız İlmihal içerik olarak da buradan doğdu.

Benim kuşağımın bence en acılı tecrübesi, başörtüsü yasağıydı. O günlerde tutmak zorunluluğu duyduğum bazı notları daha sonra yayınlamak gereğini de duydum. Tabii o tecrübe; bu ülkede karşı, farklı ya da alternatif oluşumuzun tarihsel serüveninden soyutlanamazdı. Böylece, benim açımdan ‘80’li yılların; özelde kendilerini “İslamcı” olarak deklere eden, genelde de “Müslüman Gençlik” olarak adlandırılan kuşağımın özeleştirel bir öyküsü çıktı ortaya. Tabii, esas olarak; bence dini ve hatta hayatı, kendi ideolojik tasarımlarından ibaret sayan düşünme biçimi.

Yeryüzü Dergisi Logo 1990

– Neden ‘Mızraksız İlmihal’?

– İslam dünyasında dönüm noktası olarak kabul edilen bir dönem vardır biliyorsun. Hz. Ali’yle Muaviye’nin hilafet tartışmaları. Her iki tarafın da müslümanlar olduğu bu tartışmalar sırasında çıkan büyük savaşta, Muaviye’nin taraftarları, savaşı kaybetmek üzerelerken, Muaviye’nin emriyle mızrakların uçlarına Kur’an sayfaları koyup yukarı kaldırıyor ve kendileriyle savaşılmasını önlüyorlar. Bu olayı Ahmed Cevdet Paşa’nın tarihinden okurken çok etkilenmiştim. Latin harfleriyle orijinal metni Çıdam Yayınları arasında yayınlanan ve eski halinin kapağındaki mızrak şekillerinden ötürü halk arasında “Mızraklı İlmihal” olarak en çok yaygınlaşan ilmihali görünce, Sıffin Savaşı’ndaki olay, zihnimde “Mızraklı Kur’an” olarak metaforlaştı. –Yüce Kur’an’ı tenzih ederim–.

Başörtüsü yasağı sırasında gençlik gruplarının, organize ettikleri protesto eylemlerini “Cihad” olarak adlandırma eğilimi göstermeleri, dükkan tabelalarının bile “Tevhid” olabilmesi sonucunu doğurdu. Grupların, kendi aralarındaki tartışmalarda, eylemlerini ayetlerle kutsamak zorunluluğu duymaları da bana o tarihsel olayı çağrıştırmıştı.

Protesto “Cihad” olunca, toplumsal taleplerde öncülüğe soyunan ideolojik tasarımlar da savunmalarını mızrakların ucuna adeta Kur’an sayfaları geçirerek yapmak zorunda kalıyorlar.

İdeolojik tasarımlar; tüm yönelişleri, ancak algılanabilir sınırlar içinde kavramak zorunluluğunu doğuruyor ve ödenen bedeller başarıyı mecbur ettiğinden tasarım, idealize ediliyor. Kendimizi kutsal olanların ışığında tasarlamak isterken, bahsettiğim idealizasyon sürecinde dini, bir yeryüzü cenneti özlemi için bir çeşit deformasyona uğratıyoruz. Ağabeyin içtihadı ya da düşünme biçimi, dinin yerini alıyor. İnsanların çoğu; akletmektense, hazıra konmayı seçtiği için gaflette. Din hayattır. Hayat yolunu aydınlatır. Herhangi bir yolun kutsanması için malzeme edilmez. O zaman kutsal olan dünyevileşiyor. İlkeler, (nasslar) yoğun ruhi konumlarından kopartılarak slogan düzeyine indirgeniyor. Kendilerine öncülük atfeden cemaatler ya da oluşumlar, güçlü olmayı kutsuyor. iktidara ya da havaya hakim olmaya giden her yol mübahlaştırılıyor. Nur, avuçtaki ateşe; değerler saldırgan, sivri mızraklara dönüşüyor. Taşımak, strateji; paylaşmak, dike; tebliğ, avlamak oluyor; vs.

Sonuç, birey açısından tıpkı “kişilik bölünmesi” dedikleri patolojik durum gibi, bir çeşit inanç bölünmesi, bilinç sapması yada en azından perspektif kısırlığına uğramak oluyor. Bunu kendi kuşağımda gözlüyorum. Tüm bunlar, yaşadığımız sürecin barındırdığı zaaflar ve tehlikeler. Ama ortada yoğun, güçlü, korkunç ve gayrı insani bir saldırı var ve biz tutunmaya çalışıyoruz. Şiddet, şiddeti doğuruyor. Örneğin, İsmet Özel’in ifadesiyle: “Gücümüzün, kandırdığımız insan sayısınca artacağı, eğitimimizden elde ettiğimiz bir değer”.

Mızraklara ihtiyacımız oluyor belki ama inancımız, özgürlük ve varoluş sorumluluğu bilincimiz; mücadele ettiğimiz hiç bir şeyle aynileşemeyeceğimiz kadar önemli. Bize salt tepkilerimiz yön vermemeli. Bu yüzden “Mızraksız İlmihal” diyorum. Mızraksız İlmihal, zorbalığa karşı uslu ilmihal demek değil tabii. Artık kendimizden başlayarak, herşeyi açıklığa kavuşturmanın zamanı gelmeli. Sakince ve erdemle. Belki de yeryüzünün son umudu biziz.

Yaşanmaya değer bir hayattan yoksun oluşumuzun bizden kaynaklanan nedenlerine işaret etmek, bazı sorular sormak, vardığım sonuçları paylaşmak istedim. Sevgili İnegöl’lü dostum Mustafa Gümüş’ün sık sık tekrarladığı gibi: “Muhabbetle hocam, muhabbetle…”

Tabii, Necip Fazıl’ın işaret ettiği hakikat, meselenin başka bir boyutu: “Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hal oldu; / Sonunda bana kalan, yalnız ilmihal oldu”…

– Bildiğimiz edebi türlere uymayan bir kurgusu var Mızraksız İlmihal’in. Zaten sen de “roman’tik deneme” demeyi uygun bulmuşsun. Şiirde tartışılan “duygu mu, kayıt mı (biçim mi)” meselesinde oyunu duyguya verdiğin anlaşılıyor. Nesirde de biçimperverlik karşıtı mısın, yoksa elinden böylesi mi geliyor?

– Doğrusu, bahsettiğin tartışmada ben oy kullanmadım. Ama, “bârikayı hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar” kabulü, göreceli konularda her zaman işimize yarar.

Şiirin, şiir olup-olmadığını, size değip-değmediğini okuyunca fark eder ya da hissedersiniz. Tabii her zaman son sözü tarih söyler.

Anlaşılan kitabımı okuyunca, “biçimperverlik karşıtı” olduğum kanaatine varmışsın. Böyle bir özel amacım ya da seçimim yok. “Elinden böylesi mi geliyor” diyorsun, böylesinden kastını pek anlayamadım ama, ben sekiz yıldır edebiyatın hemen her türünde örnekler verdim. Bununla, kemale erdiğimi söylemiyorum. Çünkü yaşamak, bir seçimler, arayışlar, keşifler sürecidir. Ölmek de. Şöyle diyeyim; elimden “öylesi”nin de geldiğini ispat ettiğime inanıyorum. Bu benim seçimim. Bu benim seçimim ya da üslubum. En azından şimdilik. Kitabın bendeki süreci, sekter bir yaklaşımı kaldıramazdı. Yani, kahramanımın hikayesi böyle. Son sözü, tarih söyleyecek.

Ben arıyorum. Kendimi öğrenirken, gerçekleştirirken, açık durmaya çalışıyorum. Yani bir bedel ödediğim değerlerimi takdim ederken, onlara uygun bir üslubum olsun isterim. Örneğin tiyatro için de hayatın aynası değil, arayışı diyorum.

– Kitap genel olarak özeleştiri yüklü. Cemaatler, düşünceler, inanışlar, tavırlar sorgulanıyor. “Mağaranın ağzındaki taşı” kaldıramayacağımız öngörüsü ağır basıyor izlenimini edindim. Kahramanın İrfan da “tünelin ucundaki ışığa” hep şüpheyle bakıyor sanki. Umut dolu, coşku dolu bölümleri de var kitabın ama, İrfan daha çok olumsuzluklara takılmış gibi. Ne dersin?

– Aslında taşın kalkmasına ilişkin düşüncelerim kitabın sonundaki hadiste var. Mağara da girişte. Burada, Kur’an’ın değişimle ilgili ayetini hatırlamak istiyorum. Hani “kendinde olanı değiştirmek”le ilgili. Hem o bölümde kendi mağaramızdan da söz ediliyor. Herşeyin kendi bağlamında değerlendirilmesinde de yarar var.

İrfan, tünelin ucundaki ışıktan çok, tünelin kendisine şüpheyle bakıyor. Çünkü tünel, tüm ışıkları ürkütücü kılıyor. Bu biraz, elinde mum tutan insanın, kendisinin karanlıkta olmasına da benziyor.

İrfan, gidişattan endişeli. Olumsuzluklara takılıyor tabii. Çünkü onun takıldığı olumsuzluklar; eline, koluna, görme gücüne, şahsiyetine, hatta onuruna takılan; bağlayan türden olumsuzluklar.

Bir köpek ölüsünde güzel dişleri görebilmek çok önemlidir ama muhâsebe yaparken, köpeğin cesedini, niçin öldürüldüğünü sormak gerekebilir. Zaten hayata hep politik bakmak; güzelliğe değil, diyelim yanlışlığa ayarlı olmak demektir. Çünkü ideolojik mücadele, hep çelişkileri vurgulamak zorundadır. Örneğin, “şu köpeğe bakın, tıpkı toplumumuz gibi çürümüş!” der ya da en fazla, “dişleri de olmasa, insanın herşey bitti diyesi geliyor. Ama biz bu durumu düzelteceğiz” der. İşte İrfan’ı tedirgin eden de budur.

O, tepkilerini, savunmalarını değil, ilgileri ve sevgilerini izlemek istiyor.

Hem, İrfan kardeş de olumsuzluklara dikkat çeksin; ha? Sonuçta bu onun hikayesi…

– İrfan parkasını çıkartmak istiyor, belki de çıkartmış. Peki üzerine ne giyecek? Üzerine bir şey giymeyi düşünmüyorsa, eleştirdiği, alternatif getiremeyen “ahilerini” tekrar etmiş olmayacak mı? Gerçi keşfetmek ruhunu yürütmek gibi bir takım soyutlamaları giyiniyor irfan. Ve belki “beyniyle değil, kalbiyle düşünen” İrfan’ı ısıtmaya da yetiyor bunlar. Ama, herkesin İrfan olması mümkün mü veya herkesin İrfan mı olması lazım?

– Şu ana dek, kitapla ilgili olarak karşılaştığım en güzel soruydu bu. Teşekkür ederim.

Kişisel olarak, insanların ya algılanabilir sınırlarda bir alternatif getirmesi ya da susması gerektiği düşüncesini bir tür zorbalık olarak kabul ederim. Bunu söyleyenlerin, böylece eldeki yöntemi dikte ettikleri hissine kapılırım. Yani bu bir çeşit yerinde saymak olarak gelir bana. Ve tarihsel yenilgimizin de kendi sürgünlerimizi budamakla ilgisi olduğuna inanıyorum.

Tabii, olabildiğince çözüm aramak, soruyu sorup cevapta elbirliği etmek ve tabii düşgücünü harekete geçirmek, kesinlikle çok önemli.

İrfan’a gelince o, parkayı çıkarıp, kendine yakışanı, gücü ve erdemi nispetinde giyecek. O, kendini tanımak istiyor. Hayatını kendi deneyimleri üzerine kurmak, yapması gerekenleri; tek başına ya da birileriyle ama mutlaka kendisi olarak yapmak istiyor. Kazandıklarına da kaybettiklerine de sahip çıkmak istiyor. Ödeyeceği bedele de hazır. “Gibi yapmak” istemiyor, yapmaya girişmek istiyor, iyiniyetini korumak, Allah’la ilişkisini gözetmek, sonuçları Allah’tan dilemek niyetinde. Yoldaşlığın yerine kardeşliği, dostluğu; daha muhkem ilişkileri koymak istiyor. Belki önce kendisinde geçerli kılmak yani.

“Herkes” konusuna gelince; Zaten İrfan’ın çıkardığı parka; ne yapıp edip herkesi birbirine benzetmeye çalışmanın kendisi.

Farklılıklar, güzelliğe yönelişin yeryüzüdür.

 

yeryuzu_kapak_mart93– Son olarak şunu sormak istiyorum: Kitabın bir yerinde “ithal edilmiş, tercüme fikirler” diyorsun, küçümsüyorsun. Hatırlıyorum, ‘80’li yıllarda üniversite kampüsünde kendi hazırladığın bir bildiriyi okumuştun. “Gençliğin andı” türünden bir şeydi. Metine yanlış hatırlamıyorsam “ülkemizi böldürmeyeceğiz, sınırlarımızı koruyacağız” şeklinde ifadeler yer alıyordu, (yanlışsa tashih et). Yerel olmaktan, ne anlıyorsun?

– Küçümsemek, hayır. Eleştirmek, evet. Ama burada, daha çok endişelenmek var. Bahsettiğin bölüm, kahramanımız İrfan’ın kendisinden, kendimizden hareket etmek konusuna dikkat çekmesiyle ilgili. Elbetteki talep ettiğimizi telif etmek zorundayız. Bedelini kendimiz ödeyeceğiz.

Eğer vahiy değilse, hiç bir toplumsal talebin, içinden çıktığı toplumun tarihsel serüveninden soyutlanabileceğine inanmıyorum. O toplumun ilişki biçimlerinden de. Benim bildiğim, kendi olarak kurduğu ilişkidir. Aksi halde söylediği hiçbir şey yeterince açık olmaz. Mesela önce ne istediğini anlatamaz, sonra da ne istediğini kendisi de bilemez olur.

Necip Fazıl’ı bir tek kez okumak gereğini duymadan; bu ülkeye dair serin kanlı düşünceler geliştirmeye çalışanları “entel takılıyor” diye aşağılamaya kalkan ve kendisine Ali Şeriati’nin kitaplarıyla bir dünya kurmaya çalışan insanlar tanıyorum.

Farkında değil misin? Sokağımızda yere düşenleri kaldırmayı önemsememek bizi gerçekten önemsememiz gereken konularda da duyarsızlaştırıyor. İşte, Bosna’yı kanıksadık bile. Almanya’da yakılan aileler bizim için “cık cık”tan öteye geçmiyor. Ümraniye faciasıyla ilgilenen hiç kimse yok gibi. Güneydoğu, halkın katlini, müslümanların kurşunlanmasını ya da en genel anlamda cinayetleri insanlara kanıksatan bir sürece dönüştü.

Söylediğin eylemi hatırladım. Evet, orada okuduğum bildirimde “ülkemizi böldürmeyeceğiz” ifadesi vardı. “Sınırlarımızı koruyacağız” ifadesi yok. Sınırlar, bana sorulmadan kesilip biçildi. Bana sorulsa; ne kadar sınır, pasaport, vize vs. varsa yeryüzünden kaldıracak, fitne ve fesadı yok edecek bir dinin mensubuyum. Ve nerede onurumla yaşayabileceksem, orası vatanimdir.

“Yerel olma”yı ben burada olmak olarak anlıyorum. Buradan başlamak. Kendi serüvenimi, hayırlı sonuçlara tahvil etmek. Dikey olarak aslında insanlar bir bütüne ait gibi geliyor bana. Ama yatay anlamda kendimizden başlayarak ilişkiler kurarız. İnsan, evi ile komşuluk düzlemine; ülkesiyle yeryüzü düzlemine çıkar. Biz, parçalanmış bir uygarlığın çocuklarıyız. Böldüler bizi. Ve devam ediyorlar, artık bunu bir yerde durdurmak gerek. Burada. Şimdi. Ve belki yeniden yürütmek gerek tarihi. Kendi ülkemizden başlayarak tüm ümmetin haritasına, yeryüzüne.

Burası bizim ülkemiz. Çocuklarımız burada doğuyor, babalarımız burada gömülü. Hepsinden önemlisi, bana kalan, yaşanmaya değer her şeyin bedeli burada ödendi. Ben de üzerime düşeni yapmak istiyorum.

Doğduğum evi, bahçemizi, yaslandığım dağları seviyorum. Tarihim, anılarım, üzerinde büyüdüğüm toprakla birlikte. Onunla arama yabancı eller sokmaya niyetim yok. Komşularımı da seviyorum. Onlara konuk olmak, onları konuk etmek istiyorum. Bunun da engellenmesine izin veremem.

Yalnız Allah’a kulluk etmek istiyorum. Bunu kendi evimde yapabilirsem ne âlâ, yapamazsam tabii ki, “Allah’ın arzı geniştir”. Ama kalbim hep evimle atar., Ve ama burada müslüman olmanın bedelini ödeyemezsem, başka hiç bir yerde de ödeyemem sanıyorum.

Nereye varmak istediğimizin çok açık olmaması, nerede olduğumuzu unutmakla da ilgili. Bu yüzden kolayca oyuna getirilebiliyoruz. Yaşadıklarımızdan çıkaracağımız sonuçlar, okuduklarımızla varacağımız sonuçlardan daha muhkem, daha önemlidir. Yurdunda tutunmaya çalışmak, “ayaklarımızı sabit kıl” duasıdır.

Bu açıdan Sezai Karakoç okumak, Ali Şeriati okumaktan daha önceliklidir. Ali Şeriati’yi okumak da Jean Paul Sartre’dan daha önceliklidir.

Sokağımızı anlayamazsak, ülkemizi de anlayamayız gibime geliyor. Durmak yok. Bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene…

Yurdumuzdan yok edilen bir nehir için sızlamadıkça, bir insan için de sızlamayacağız. Yurdumuz için sızlayamazsak, komşumuz için hiç sızlamayız. Bu, tek bir ümmet olduğumuz değerini aşındıran değil, vurgulayan bir şeydir.

Tabii, hiyn-i hâcette şu meşhur hikmetli şiiri de aklımdan çıkarmıyorum: “Her ten biter bir derd ile/geh gerd ile geh serd ile/uğraşmaya her ferd ile/değmez bu dünyayı âhes/Allah bes, baki heves…”

 

Bunu da okuyun...

‘Mızraksız İlmihal’ Bir kuşağın içeriden fotoğrafı

Gazetesiz.com (06 Haziran 2016) – 1980’lerin tozlu dumanlı ortamına, yazar bakışı. Eylemler, forumlar, kavgalar, polisle ...

NOT: Lütfen yorumlarınızı ekleyin. Merak etmeyin, eposta adresiniz yayınlanmıyor ve paylaşılmıyor.

Yazıyı sitenizde ‘blog’unuzda filan paylaşırken lütfen giriş kısmından sonrasına LİNK vererek buraya yönlendirin çünkü eklenen yorumlar da yazı kadar önemlidir ve düzeltme veya güncelleme yapabilirim.

 

Bir cevap yazın